Tarih Boyunca Kudüs

Kudüs bir peygamberler şehri olduğundan tarih boyunca sürekli ilgi odağı olmuştur. Vahiy kültüründen neş’et eden birçok medeniyetin beşiği bu şehirdir.

Tarihi kayıtlara göre Kudüs, Kenaniler’in bir kolu olan Yebusiler tarafından kurulmuştur. Bu kayıtlardan Kudüs’ün kuruluşunun M. Ö. 4000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Coğrafi konumu dolayısıyla birçok kez saldırıya ve işgale maruz kalmıştır.

Kudüs’ün vahiy kültüründe özel bir yerinin olduğuna daha önce işaret etmiştik. Bazı tarihi rivayetlerden anlaşıldığına göre M. Ö. 1900 yılına doğru Hz. İbrahim (a.s.) Kudüs’ü ziyaret etmiştir. İsrail oğulları olarak bilinen yahudiler de Hz. İbrahim (a.s.)’ın oğlu İshak (a.s.)’dan olan torunu Yakub (a.s.)’ın soyundan gelmektedirler. Kudüs’ü M. Ö. 11. yüzyılda Hz. Davud (a.s.)’ın ordusu ele geçirdi ve Davud (a.s.) burayı krallığının başkenti yaptı. Ondan sonra şehre oğlu Süleyman (a.s.) hükmetti. Onun döneminde Mescidi Aksa inşa edildi. Hz. Süleyman (a.s.)’dan sonra krallığı İsrail ve Yehuda diye iki ayrı krallığa bölündü ve Kudüs (Jerusalem) Yehuda krallığının başkenti oldu. Bu krallık M. Ö. 586’da Babil kralı Buhtunnasr tarafından yıkılarak başkenti Kudüs yerle bir edildi. Şehirde yaşayan yahudiler de Babil’e sürüldüler. M. Ö. 538’de şehir Perslerin eline geçti ve Persler yahudilerin yeniden buraya dönmelerine, eski mabedlerini ve şehir surlarını inşa etmelerine izin verdiler. M. Ö. 332 yılında şehri Makedonya kralı İskender ele geçirdi. M. Ö. 64 yılında da Roma imparatorluğunun hakimiyetine geçti. Bu sıralarda Kudüs’te peygamber Zekeriyya (a.s.) yaşıyordu. Onun yaşlılık döneminde dünyaya gelen oğlu Yahya (a.s.) da peygamber olarak görevlendirildi. Zekeriyya (a.s.)’ın baldızının kızı olan Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa (a.s.) da M. Ö. 4 yılında Kudüs yakınındaki Beytilahm’da dünyaya gelmiştir. (Miladi takvime göre “0” tarihi Hz. İsa’nın doğum yılı olarak kabul edilmiş ve buna binaen Miladdan (Doğumdan) Önce – Miladdan Sonra kaydı konulmuştur. Ancak gerçekte Hz. İsa’nın doğum yılı miladi takvimde “0” olarak kabul edilen tarihten 4 yıl önce gerçekleşmiştir.)

Perslerin Kudüs’ü ele geçirmelerinden sonra yeniden bu şehre dönmelerine fırsat verilen yahudiler M. Ö. 138’de bir ayaklanma başlattılar. Bu ayaklanma da M. Ö. 135 yılında Bizans komutanı Hadrien tarafından bastırıldı ve şehir ikinci bir yıkıma uğratıldı. Hadrien şehri daha sonra yeniden inşa etti ve Elya Kapitolino adını verdi. Yahudiler M. Ö. 66 yılında Bizans kralı Titus’a karşı yeni bir ayaklanma başlattılar. Bu ayaklanma dört ay sürdü ve ayaklanmanın bastırılmasından sonra Titus, şehri yahudilerden tamamen arındırdı.

M. S. 614’te Kudüs, Persler (İranlılar) tarafından ele geçirildi. 627 yılında Bizanslılar şehri Perslerden geri aldılar.

Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer (r.a.) tarafından Bizanslıların elinden alınarak İslam devletinin topraklarına dahil edildi. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs’ün anahtarlarını aldığında şehrin halkına, tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı eman vermiştir. Bu tarihten sonra Kudüs, haçlı işgaline kadar sürekli İslam devletlerinin hakimiyetinde kaldı. Kudüs ve civarı 1097 yılında kalabalık haçlı orduları tarafından işgal edildi ve bu işgal 1186’da Salahuddin Eyyubi’nin bu toprakları yeniden İslam hakimiyetine kazandırmasına kadar devam etti. Bundan sonra sadece 1243’te Mısır hükümdarı İsa’nın, kardeşinin oğluna karşı kendisine yardım etmesine karşılık bu şehri Bizans hükümdarına hediye etmesi üzerine kısa bir süre işgal altında kaldı. Ancak çok geçmeden Müslümanlar Necmeddin el-Eyyubi’nin komutasında şehri geri aldılar. Kudüs, 1291’de Memlükler’in hakimiyetine geçti ve bu hakimiyet 1517’de Filistin toprakları Osmanlı devletinin eline geçinceye kadar devam etti. Osmanlı hakimiyeti 1918’e kadar sürdü. Haçlı seferleri sonunda gerçekleştirilen işgalden sonra ikinci büyük işgal 1918’de İngilizlerin Filistin topraklarına girmesiyle başladı. İngilizlerin bu topraklara girmekteki maksatları bölgede yahudilerin bir devlet kurmalarına imkan sağlamaktı. Nitekim zamanın İngiliz dışişleri bakanı Arthur Belfour tarafından 1917’de yayınlanan ve “Belfur deklarasyonu” olarak tarihe geçen belgede bu husus dile getirilmiştir. Söz konusu deklarasyonda şöyle deniliyordu: “Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin’de yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin’de bulunan yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır.”

Filistin topraklarının işgaliyle yahudilerin buralara yerleştirilmesinin amaçlandığı 1916 tarihli Sykes – Picot Anlaşması’nda da dile getirilmişti. İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan Sykes-Picot Anlaşması’nda Filistin toprakları üzerinde bir yahudi devleti kurdurulması için bu topraklara yahudilerin yerleştirilmesi karara bağlanmıştı.

Gaye yahudilerin o topraklara yığılmalarına imkan sağlamak olduğundan İngiliz işgaliyle birlikte dünyanın değişik yerlerine dağılmış olan yahudiler de çekirge sürüleri gibi Kudüs’e ve civarına akın etmeye başladılar. Bu akın dolayısıyla yahudilerin şehirdeki nüfusları hızla arttı. Bu artışa mukabil olarak Belediye meclisinde de Müslümanlara altı, hıristiyanlara iki sandalye verilirken, yahudilere de dört sandalye verilmişti.

Sykes – Picot anlaşmasının uygulamaya geçirilmesinde ve İngilizlerin Kudüs’ü işgal etmelerinde Ürdün kralı Hüseyin’in babasının dedesi olan Şerif Hüseyin’in önemli rolü olmuştur. Şerif Hüseyin, kendisine vaadedilen “Arap yarımadası krallığı” karşılığında İngilizlerin Kudüs’ü ve çevresini işgal etmelerine yardımcı olmuştur. Sykes – Picot anlaşmasının Filistin’le ilgili maddesinde: “Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakatı alındıktan sonra Rusya ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun” denmesi o zaman Mekke şerifi olan Hüseyin’in ihanetteki rolünü ortaya koyuyordu.

Batı Kudüs’ün Yahudi İşgaline Geçmesi

1948’de siyonist İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Kudüs’ün Batı kesimi bu işgal yönetiminin eline geçti. Bu işgal siyonistlerin askeri başarılarıyla değil bazı çevrelerin ihanetleri ve BM‘in birtakım siyasi oyunlarıyla gerçekleşmiştir.

1947’de siyonistlerle Araplar arasında ortaya çıkan sürtüşmelerde işgalci İngiliz yönetimi kendini sözde hakem tayin ederek güya anlaşmazlıkları “barışçı (!)” yollardan çözüme kavuşturma havasına girdi. Fakat ilginçtir ki bu hakemlik olayında Kudüs şehri görüşmelerin dışında tutuldu ve İngiliz yönetimi burayı kendi inisiyatifine aldığını bildirdi. BM Genel Kurulu İngilizlerin tamamen siyonistlerin lehine olan hakemliklerini kabul ederek 29.11.1947’de Filistin topraklarının yahudilerle Araplar arasında bölünmesine dair kararını çıkardı. Bu kararda Kudüs ve çevresine ise özel bir uluslararası statü veriliyordu. Karar aynı zamanda şehri yahudilerle Müslümanlar arasında ikiye bölüyor ve bu iki kitleyi ekonomik olarak birleştiriyordu. Görünüşte Kudüs ve çevresine özel uluslararası statü vermenin gayesi buralardaki kutsal yerlerin korunması ve dini mekanların isteyenlerce serbestçe dolaşılmasına imkan sağlanmasıydı. Asıl amaç ise buralarda yahudilerin etkinliklerinin ve hakimiyetlerinin güçlendirilmesi için gerekli şartların hazırlanmasıydı. Zaten gelişmeler de asıl amacın ne olduğunu ortaya çıkardı.

Müslümanlar BM teşkilatının Kudüs’le ilgili kararını kabul etmediler. İngiliz işgal güçlerinin çekilmesinin ardından Müslümanlarla yahudiler arasında fiili çatışmalar başladı. Siyonistler çatışmalarda Kudüs’ü ilk hedef seçmişlerdi. Kudüs ve çevresindeki sivil Müslümanların gözlerini korkutmak ve onları göçe zorlamak amacıyla onlara yönelik korkunç katliamlar gerçekleştiriyor ve saldırılarında da daha çok sivilleri hedef alıyorlardı. 9 Nisan 1948’de Irgun terör örgütünce gerçekleştirilen ve bir köy halkının topluca imha edildiği Deir Yasin katliamı bunlardan biridir. Bu katliamı gerçekleştiren Irgun terör örgütünün o zamanki lideri daha sonra İsrail başbakanı olan Menahem Begin’di. Bir diğer yahudi terör örgütü Haganah da 5 Ocak 1948’de Batı Kudüs’te Müslümanlara ait Semiramis Oteli’ni kundaklayıp 26 kişinin yanarak ölmesine sebep oldu. Siyonist çeteler bazen öldürdükleri, yaraladıkları ve esir ettikleri Müslümanları kamyonlara doldurarak şehirde dolaştırıyor ve bu kutsal şehri terk etmek istemeyen Müslümanlara yönelik olarak: “Eğer burayı terk etmezseniz sizin de sonunuz böyle olacak” şeklinde anonslar yapıyorlardı. Bu katliamlar doğal olarak sivil Müslümanların gözlerini korkuttu ve Müslümanlar siyonist terör örgütlerinin vahşice saldırılarından canlarını kurtarabilmek için göç etmeye başladılar. Bu göç siyonistlerin işine yarıyordu. İşgal rejiminin kurucularından olan Ben Gurion Müslüman göçüne olan sevincini 7 Şubat 1948 tarihli konuşmasında şu şekilde dile getirmişti: “Haçlı saldırılarından beri Kudüs hiç bu kadar yahudilere ait bir yer olmamıştı. Batı Kudüs’te dolaşıyorum ortalıkta hiç Müslüman göremiyorum.” Ama buna rağmen Müslüman milisler mücadelelerine devam ettiler.

Müslüman milislerin siyonistler karşısında başarılı bir mücadele gerçekleştirmeleri ve Kudüs’ün tamamını siyonist işgal güçlerinin elinden kurtarma noktasına gelmeleri üzerine BM, 15 Mayıs 1948’de ani bir ateşkes ilan etti. Bu ateşkesin amacı siyonistlerin yeniden toparlanmalarına fırsat vermekten başka bir şey değildi. Arkasından BM Genel Kurulu, Kont Folk Bernadotte’u Filistin meselesinin çözümü için arabulucu olarak tayin etti. Bernadotte hazırladığı raporda Kudüs’ün Arap kesimine bırakılması tavsiyesinde bulundu ve bu tavsiyesinden dolayı daha sonra siyonistler tarafından öldürüldü.

BM’in arabuluculuk ve ateşkes uygulamaları dolayısıyla ortaya çıkan zaman fırsatından yararlanan siyonistler şehrin Batı kesimindeki konumlarını güçlendirdiler. Sonra yine BM’in oyunlarıyla şehrin güç dengelerine göre yahudilerle Müslümanlar arasında paylaştırılması ve böylece Batı kesiminin yahudilere Doğu kesiminin ise Müslümanlara bırakılması kararlaştırıldı. Ürdün dışındaki Arap ülkeleri BM’in bu kararını reddettiler. Ancak Doğu Kudüs ve Batı Yaka Ürdün’ün inisiyatifine verildiğinden bu ülkenin kabul etmesi pratik olarak meselenin sonuçlandırılması için yeterli oluyordu. Bu, Ürdün kraliyet ailesinin İngilizlerin Filistin topraklarına girmelerine yardımcı olmasından sonra gerçekleştirdiği ikinci büyük ihanetidir. Üçüncü büyük ihaneti, 1967’de Doğu Kudüs ve Batı Yaka’yı savunmada hiçbir direnç göstermeksizin buraları da siyonist işgalcilere teslim etmesidir ki, bu olaydan ileride söz edeceğiz. Dördüncü büyük ihaneti ise 26 Eylül 1994’te imzaladığı Akabe anlaşmasıyla siyonist işgalin meşrulaştırılmasını sağlaması ve Batı Yaka üzerindeki bütün haklarından İsrail lehine vazgeçmesidir. Bunlar Ürdün’e hükmeden kraliyet ailesinin büyük ihanetleri. Bu ailenin Filistin davasına bunların dışında da pek çok ihanetleri olmuştur.

Ürdün’ün ihanetiyle Kudüs’ün ikiye bölünmesinin kararlaştırılmasından sonra, çeşitli çevrelerce bu kararın değiştirilmesi yönünde BM’e baskı yapılmaya başlandı. Baskı yapanlar arasında hıristiyan çevreler de vardı. Bu baskılar üzerine şehrin idaresinin BM tarafından oluşturulan Uluslararası Himaye Komisyonu’na verilmesi yönünde bazı adımlar atıldı. Ancak İsrail işgal yönetiminin parlamentosu Knesset, Himaye Komisyonu’nun şehre müdahalesini ve yeniden uluslararası statü verilmesini önlemek amacıyla 11 Aralık 1949’da Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan eden bir karar çıkardı. Aslında İsrail’in bu kararı uluslararası hukuk ve BM kararları açısından tamamen geçersizdi. Ancak Himaye Komisyonu İsrail parlamentosunun kararını reddettiyse de BM başka meselelerle uğraşmasını gerekçe göstererek Kudüs konusunu küllenmeye terk etti.

İşgal Altındaki Batı Kudüs ve Yahudileştirme

Siyonist işgalciler, BM oyunlarıyla ve hileleriyle Batı Kudüs’ü hakimiyetlerine almalarıyla birlikte şehrin bu kesiminde yoğun bir “yahudileştirme” çalışmaları başlattılar. Bu amaçla ilk iş olarak Arap nüfusu göçe zorlamak için çeşitli uygulamalara başvurdular. Bu uygulamalardan etkilenenler sadece Müslümanlar değildi. Hıristiyan asıllı Araplar da bu uygulamalardan nasiplerini aldılar. İşgal yönetimi, göçe zorlananların arazilerini yahudilere peşkeş çekerek yahudi nüfusu artırmak amacıyla 31 Mart 1950’de “Sahipsiz Mülkler Kanunu” adında bir kanun çıkardı. Kanun çeşitli insanlık dışı uygulamalar, işkenceler, haksızlıklar yüzünden yurtlarını terk etmiş insanların arazilerini “sahipsiz arazi” olarak addediyor ve bu araziler üzerindeki tasarruf hakkını siyonist işgal devletinin inisiyatifine veriyordu. İşgal rejiminin baskı uygulamaları yüzünden Batı Kudüs’te yaşayan Müslüman ve hıristiyanlardan 70 bin kişi vatanlarını terk ederek başka yerlere göç etmek zorunda kalmıştı. Onların arazileri Batı Kudüs ve civarındaki arazilerin üçte ikisini oluşturuyordu. Siyonist işgal yönetimi söz konusu kanuna dayanarak bu arazilerin tamamına el koydu ve BM’in göçe zorlananların yurtlarına geri dönmelerinin sağlanmasını öngören 154 nolu ve 11 Aralık 1948 tarihli kararına rağmen bu insanların geri dönmelerine hiçbir şekilde fırsat vermedi. BM’in söz konusu kararın uygulanması için herhangi bir baskıya başvurmaması da kararın tamamen göstermelik olduğunu ortaya koyuyordu. BM’in bu kasıtlı ihmalinden ve Arap yöneticilerin büyük ölçüde sessizliği tercih etmelerinden cesaretlenen siyonist işgal yönetimi Kudüs’ün Batı kesiminde “yahudileştirme” çalışmalarını hummalı bir şekilde sürdürdü ve çok geçmeden yahudilerin bu kesimde nüfusun % 80’ini oluşturacak bir yoğunluğa ulaşmalarını sağladı.

Doğu Kudüs de Teslim Ediliyor

1967 Haziran Savaşı’na kadar Doğu Kudüs, Ürdün’ün denetimindeydi. İsrail işgal yönetimi “Altı Gün Savaşı” olarak da anılan 1967 Haziran Savaşı’nda Arap yönetimlerin ihanetleri sayesinde Doğu Kudüs’ü de işgal etmeyi başarmış ve böylece şehrin her iki yakasını birden hakimiyetine almıştır. Aslında İsrail işgal güçleri 5 Haziran 1967’de Mısır’a saldırıya geçtiğinde doğudaki Arap ülkeleri İsrail’e yönelik bir saldırı başlatsalardı işgal yönetiminin kıpırdanma imkanı bile kalmazdı. Ancak böyle bir şey olmayınca işgal yönetimi önce Mısır’a saldırarak Gazze bölgesini ve Sina yarımadasını işgal etti. Daha sonra Ürdün ve Suriye tarafına yönelerek Batı Yaka, Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri’ni işgal etti. Bu yerlerin savunulmasında ciddi bir direniş gösterilmediği ve siyonist işgalcilerin çok rahat hareket etme imkanı buldukları 1967 Haziran savaşına şahid olanların hatıratlarında dile getirilmektedir.

Bütün bu tarihi gerçekler ortaya koyuyor ki, Kudüs işin gerçeğinde, siyonistler tarafından işgal edilmemiş, Müslümanların başına musallat edilen uzaktan kumandalı birtakım yönetimler tarafından onlara teslim edilmiştir. Tıpkı 1243’de Mısır hükümdarı İsa’nın, bu kutsal şehri bazı küçük yardımlar karşılığında Bizans imparatoruna hediye ettiği gibi. Ancak Müslümanları demir yumruk altında tutmaya çalışan bu yönetimlerin ihanetleri Kudüs’ün siyonist işgalcilere hediye edilmesiyle son bulmamış daha sonra da devam etmiştir.

Doğu Kudüs’ün “İsrail”e İlhakı

Siyonist işgal yönetimi Doğu Kudüs’ü ele geçirdikten sonra 1948’de şehrin ikiye bölünmesi için inşa edilmiş olan duvarı yıktı ve şehrin her iki tarafını birden idare edecek bir komisyon oluşturdu. Bu komisyonun başına da aşırı siyonist ve saldırgan düşünceleriyle tanınan Teddy Kollek’i getirdi. Teddy Kollek bu göreve getirilmeden önce yahudi terör örgütleriyle ortak çalışan bir silah kaçakçısıydı. İşgal yönetimi, 27 ve 28 Haziran 1967’de çıkarılan kanunlara ve kanun hükmündeki kararnamelere dayanarak Doğu Kudüs ve çevresini “İsrail toprakları”na ilhak ettiğini açıkladı. İşgal yönetimi 1967’de Doğu Kudüs belediyesini de ilga ederek, belediye başkanı Ruhi el-Hatib’i Ürdün’e sürgün etti. Belediyenin bütün tapularına, menkul ve gayri menkul mal varlıklarına da el koydu. Bu olaydan beri Kudüs’teki Müslüman halk işgal yönetiminin bütün teşviklerine rağmen belediye seçimlerinde oy kullanmamaktadır. 1987’de bazı kişiler bir Arap listesi çıkarılarak belediye seçimlerine katılınmasını teklif ettilerse de halk ve İslami örgütler bunun işgal rejiminin kutsal şehir üzerindeki sultasını kabullenme anlamına geleceğini dile getirerek teklifi reddettiler.

İşgalciler sadece Doğu Kudüs belediyesini ilga etmekle yetinmeyip bu bölgedeki bütün mahkemeleri de kapatarak bu kesimde oturan Müslüman ve hıristiyan nüfusun bütün davalarında İsrail kanunlarını esas almalarını ve İsrail mahkemelerine başvurmalarını şart koştular. Siyonist işgal yönetimi Müslümanların özel hallerle ilgili davalarına bakan şer’i mahkemeleri de kapatarak, onlardan bu gibi davalarda tamamen yahudi esaslarına göre hüküm veren Yafa (Tel Aviv) mahkemesine başvurmalarını istedi. Bunun yanı sıra Araplara ait tüm bankaları kapatarak mal varlıklarına el koydu ve Arapları banka işlemlerini İsrail bankaları kanalıyla yapmaya zorladı. İşgal yönetimi Doğu Kudüs’ü ilhak kararına bir destek olması amacıyla bu kesimde oturan Arapları da İsrail kimliği ve pasaportu almaya mecbur etti.

Yorum bırakın